İSLAM DÜŞMANLARININ DİNE VERDİĞİ ZARAR VE MÜSLÜMANIN TAVRI



Tarih boyunca islam davası uğruna mücadele edenlere karşılık, onu yok edip kendi saltanatlarını devam etmek namına mücadele edenler hep varolmuştur. Aynı zamanda bu tarih, bu davaya gönül verenler tarafından gerçekleştirilen şanlı direniş ve tavırlara da şahittir. İbrahim’in karşısında duran Nemrut, Musanın karşısında Firavun, Rasulullahın karşısında Ebu Cehiller daima var olmuşlardır. Peygamberi yolu sürdürenlerin de karşılarına mutlaka böyleleri çıkacaktır.

Müslümanlar İslam düşmanlarını tanımaz ve onların oyunlarını tanıma çabasına girmezse bu oyunların bir parçası haline gelebilirler. Bu amaçla düşmanlarımızı, onların taktiklerini, İslama saldırı yöntemlerini tanıtmak amacı ile budersi yapıyoruz.

Hak- Batıl mücadelesi dünya hayatımızın gerçeğidir. Batıl; değerlendirmeye değer olmayan şeylerdir ve bir hükmü yoktur. Küfür, hakkı inkâr batıla imandır. Batıla iman edenlerin en önemli karakteri ise, her anda ve mekânda haktan yüz çevirmek ve hak ile mücadele halinde olmaktır.  “Biz resulleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise HAKKI, batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele verirler. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.” KEHF 56

Hakka inananların temel görevi ise, batıl ile mücadele etmektir. İnananların bu mücadelesi ile batıl yok olup gider. “Bilakis biz, hakkı batılın tepesine bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!” ENBİYE 18

Hakkın bulunduğu yerde batılın varlık ortaya koyması mümkün değildir. “De ki: Hak geldi; artık batıl ne bir şeyi ortaya çıkarabilir ne de geri getirebilir.” SEBE 49
“Ve batıl eninde sonunda yok olup gidecektir. “ CASİYE 27
 “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.”


TARİH SAHNESİNDE İSLAM DÜŞMANLARININ İSLAMA VERMEYE ÇALIŞTIĞI ZARARLAR


1-İŞKENCE


İslam düşmanlarının dine ve Müslümanlara  zarar vermek için uyguladıkları ilk yöntem işkence olmuştur.
·         Safvân b. Ümeyye'nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi.
·          Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak kıvrandırılmıştı.
·         Ammâr'ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parcalanmış, kocasının bu şekilde vahşice öldürülmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil'in attığı bir ok darbesiyle öldürülmüştü.
·         Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl'i hergün çırılçıplak kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (s.a.v.)'e küfretmesi, Müslümanlığı terk etmesi için ezâ ederdi. Birgün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna bir ip geçirmiş, sokak çocuklarının eline vererek çıplak vücûdunu kızgın kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürütmüştü. Sırtı yüzülüp kanlar içinde kalan Bilâl, bu durumda yarı baygın halde bile "Ehad, Ehad" (Allah bir, Allah bir) diyordu.


2-SAVAŞ


İslam düşmanlarının dine ve Müslümanlara  zarar vermek için uyguladıkları yöntemlerden biri de savaş olmuştur. Yıllarca bir çok ülkede bu taktiği uyguladılarsa da yine de bu savaşlar insanların dinden dönmesine bir sebep olamamış ve kafir yine hezimete uğramıştır.
Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyamet kopmaz...
(Müslim, Tirmizi)

Filistin
Peygamberimiz (sav)'in yukarıdaki hadisinde haber verdiği gibi 20. yüzyılın başlarından itibaren Müslümanlarla Yahudiler arasındaki savaş ve çatışmalar sürmektedir.
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı hakimiyetinden çıkan Filistin toprakları, bu dönemden sonra bir daha barış ve huzura kavuşamadı. 1947 yılında İngiltere'nin Filistin'den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler'e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplarla Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımını öngören BM planı uygulamaya kondu. 19 yüzyıl aradan sonra dünya üzerinde ilk kez bir "Yahudi devleti" kurulmuştu.
Hem Filistin'deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu durumu değiştirebilmek için harekete geçtiler ve 1948 yılı içinde iki taraf arasında kanlı bir savaş yaşandı. İsrailliler, "Bağımsızlık Savaşı" adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplara verilen toprakların da bir kısmını işgal ederek BM'in kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler.

Haçlı Seferleri
Haçlı Seferlerinde insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin zulüm ve vahşetini de sergileyen pek çok misaller bulunmaktadır. Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delillerindendir Haçlı Seferleri.
Bundan 919 yıl önce Hıristiyan Avrupa’nın Kudüs ve çevresini Müslümanlardan almak için başlattığı askerî seferlere; “Haçlı Seferleri” denir.
1096-1270 tarihleri arasında 174 yıl zarfında 8 Haçlı Seferi düzenlenmiş ve düzenlenen bu seferler; milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına ve namusunun kirletilmesine neden olduğu gibi nice beldelerin de tarumar edilmesine sebep olmuştur.
Haçlı Seferleri’yle dünya tarihine “Salib ile Hilal’in mücadelesi” girmiş ve bu mücadele değişik şekillerde halen devam etmektedir.
11. asırda Hıristiyan Avrupa; ekonomik, sosyal, kültürel ve bilimsel alanlarda geri kalmış ve Doğu’ya (İslam dünyasına) muhtaç bir hale gelmişti.Kara ticaret yolları, Akdeniz ve Kızıldeniz ise Müslümanların elinde idi.En önemlisi ise Selçuklular Ön Asya’ya gelerek, Anadolu’da ilerlemekteydiler.
Aynı zamanda Avrupa, sefaletin getirdiği salgın hastalıklarla da boğuşuyordu.
Bu şartlarda Bizans İmparatoru Alexios Komnenos kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için tüm Hıristiyanları Haçlı Seferi’ne çağırdı.
Türk Tarih Kurumu tarafından çevirisi yayınlanan üç ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi’nin yazarı Steven Runcıman bu çağrının Avrupa’da yansımasını şu cümlelerle anlatıyor: “Üç asır içinde, ateşli bir heyecana kapılarak Haçlı Seferleri’ne çıkacağına and içmeyen hemen hemen hiçbir hükümdar, hiçbir kudret sahibi yoktu.
Hıristiyanlık için Doğu’da dövüşmek üzere savaşçı göndermeyen hiçbir ülke yoktu.
Kudüs her erkek ve kadının her an aklındaydı.” Nasıl olmasındı ki, Hıristiyanlığın yeryüzünde en büyük temsilcisi olan Papa, Haçlı Seferleri’ne çağrısında bakın neler söylüyordu: “Allah, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya ve topraklarımızdan uzaklarda, o menhus ırkı kökünden kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi sık sık davet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri, benim ağzımdan teşvik eylemektedir.”1
 Kilisede türlü melanetler işleyen rahip ve papazlar, zaten cahil oldukları için Hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halka; Müslümanları öldürdükleri takdirde günahlarından arınacaklarını, Kutsal Ruh’u ve İsa’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek; onları azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp, Müslümanları topyekûn ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.
Geçtikleri yerleri tarumar eden başıbozuk Haçlılar, Türkiye Selçukluları Hükümdarı l. Sultan Kılıçarslan tarafından mağlup edildiler. (1096) Kudüs’ü istila eden vahşî Haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş bin Müslümanı kılıçtan geçirmiş, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Camii’ne sığınan on bin Müslümanı da boğazlayarak şehid etmişlerdi.
Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, Haçlı sürülerinin işgalinden sonra adeta bir mezbahaya dönmüştü.
1. Haçlı Seferi’nde Müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrafındaki canilere Müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs topraklarını Müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsa’nın ruhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu: “Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!” İlk Haçlı Seferi’ne iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hatıralarında bizzat görgü şahidi olarak aktardığı şu malûmat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.”
Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük, kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri savunan Müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliamı ise, bir şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı.4
Bizans İmparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye tarif ettiği Haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyordu. Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar; zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.5
Tarihte ve günümüzde yaşananlara baktıkça Batı Medeniyeti’nin vahşî/iğrenç yüzüne karşılık, kendi Medeniyetimizi daha çok özlüyor ve ona kavuşmak için daha çok çalışmak gerektiğini anlıyoruz.


3- BEŞERİ İDEOLOJİLER


Savaşlar ile dine istedikleri zararı veremeyen İslam düşmanları,  dine ve Müslümanlara  zarar vermek için uyguladıkları ilk yöntemlerden biri de oralara beşeri sistemler yerleştirirek, o bölgeyi Kurani sistemden uzaklaştırmak olmuştur.

 İdeolojiler Allah’ı sosyal hayattan uzaklaştırarak, yerine kendi prensip ve kurallarını koyma gayesindedirler. Hayatı idare etme düşüncesi insanın başını döndürmüş ve böylece kontrolünü kaybeden insan, Rabbine karşı bir hasım kesilmiştir. Kul ile Allah arasına sıkıştırılan dinin, hayatın gerçekleriyle uyuşmadığı kanaati zihinlere yerleştirilerek din vicdanlara hapsedilmiş; “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a” felsefesi hakim olmuştur. Bunun neticesinde hayat doğal seyrinden çıkmış ve insan için kaçınılmaz bir felaketin kapıları açılmıştır. Hayatın tüm alanlarında nefis, şehvet, ihtiras ve şeytanî düşünceler hakim olurken birey ve toplum bir uçuruma doğru sürüklenmektedir. İdeolojiler sebebiyle dünyada fitne ve fesat yayılmakta, cahiliye modern bir kılıkta yeniden sahte ilahlarını piyasaya sürmektedir. İşin ilginç yanı tüm bunlar akıl ve bilim adına yapılarak “insanı Allah’a mecbur kılan şeyin cahillik ve acziyetten kaynaklandığı, bilgi ve kuvvetin artmasıyla Allah’a lüzum kalmayacağının” dillendirilmesidir. Yalnız Allah’a kulluk için yaratılan insan Batı Medeniyeti yüzünden dini sosyal hayattan çıkarmak suretiyle Rabbinin yolundan ayrılmış ve böylece hayatın her alanında büyük bir sapıklık başlamıştır. 



İdeolojilerin insanlığa -ufak tefek faydaların dışında- verdiği tahribat, atom bombasının verdiği tahribattan çok daha kapsamlı ve çok daha şiddetlidir. Hayatın her alanında bu tahribatların ya direkt kendisini ya da izlerini görebiliriz. Çünkü ideolojiler insanın Allah’la, toplumla, diğer varlıklarla ve kainatla olan normal ilişkisini bozmuş ve hayatı ilgilendiren her meselede işi yokuşa sürmüştür.

Bundan dolayı da kökeni Roma ve Yunan medeniyetine dayanan ideolojiler tarih boyunca peşinden sürüklediği insanlara bir hayal vaat etmekten öteye geçememiş ve insanlık sonunda acı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmıştır. 



4-SÖMÜRGE VE MODERNİZM


Bir takım Müslümanları beşeri ideolojilerin ağına almayı başaran İslam düşmanları, dine ve Müslümanlara  zarar vermek ve kendi ekonomilerine de destek olmak için Müslümanlar üzerine sömürge kurmuş ve bir takım Müslümanları seküler hale getirerek planlarını devam ettirmiştir.

 Sanayi devrimi ve onunla birlikte oluşturulan Yeni Dünya Düzeni’nde batı, doğuyu ürettiği sanayi ürünleri için bir pazar olarak görmüş, tüketime alıştırmak için onlara Medeniyet adı altında Modernizm’i empoze etmiştir. Bunu başarabilmek için ise o toplumların dinlerini hedef almıştır. Çünkü din olgusu bir topluma kendine özgü kişilik kazandırır. Bütün bir zihniyet olarak din, tarih, kültür, düşünce, sanat ve edebiyat bir toplumun kişiliğini belirlediğinden bunların hepsi yıkılmalıdır ki bu toplumlar sömürüye hazır hâle gelebilsinler. 

Merhum Ali Şeriati’nin işaret ettiği gibi: “Batı uygarlığı ürettiği sanayi ürünlerini satabilmek için toplumun tüketim algısını değiştirmekle bunu başarabileceklerini biliyorlardı… Artık Afrika, Afrikalı’nın bir yabanî olduğuna inanmalı, dolayısıyla medenîleşmeye sürüklenmeli ve kaderinin çizilmesi için kendini Avrupalının kollarına bırakmalıdır. Sonuçta, Avrupalı olmayanlar modernleştikleri düşüncesiyle mutluyken, Avrupalı kapitalist ve burjuva, artık ürününün tüketicisi yapabildiğinden kölelerine gülümsemektedir.”1 Bilimin “put,”teknolojinin ve modernizmin “din” olarak algılandığı çağdaş (!) Batı Uygarlığı’nın, insanlığa hediye olarak sunduğu böyle bir dünya, çağımızın İslam’a her zamankinden daha çok muhtaç olduğunun en açık göstergesidir.



5-İNKLAPLAR


Yakın tarihimizebaktığımızda din ile savaşan İslam düşmanlarının sadece fiili baskılarının değil, bunun yanında hayat standartlarının da yanında bir baskı uyguladıklarını görüyoruz.
Harf devriminin amacını, İsmet İnönü hatıratında şöyle açıklıyor: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir (….) Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”3
Yahudi kökenli İngiliz asıllı tarihçi Bernard Lewis de bu devrimle ilgili şöyle bir tespitte bulunmuştur: “Yazının Latinleştirilmesi fikri, farklı nedenlere dayanmakla beraber, Mustafa Kemal’in politikasına iyice uyuyordu. Onun görüşünde, Latin alfabesi, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir engel idi. Göründüğüne göre, yeni yazıyı öğrenip, eskisini unutmak suretiyle, geçmiş gömülüp unutulabilecek ve yalnız yeni Latin harfli Türkçe’de ifade edilen fikirlere açık yeni bir kuşak yetiştirilecekti.”

Harf devrimini ve sonuçlarını Peyami Safa şöyle yorumlamıştır: “Arap alfabesi yani eski Türk harfleri yerine Latin harfleri kabul edileli otuz bir yıl oldu… O zamanın yer yer ifade edilen endişeleri(nden en büyüğü) de şuydu: Milli kütüphanelerimizdeki yüz binlerce eser ne olacak? Yarınki nesiller kendi edebiyatlarını, tarihlerini, dil ve lügatlerini, felsefe, din ve hukuk eserlerini okumak imkanından mahrum kalınca, onlara milli kültür nasıl verilecek?…Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur… Bizdeki inkılâp yobazlığının eşine cihanda rastlanmaz… Bu ilimsiz, çarpık, saçma inkılâp ve irtica anlayışına genç nesiller kurban olup gidiyor.”

Ayrıca mesele sadece Arap alfabesi meselesi değil inanç ve ibadet meselesiydi. Şöyle ki: Ezanın ve namazın aslından çıkarılıp ‘Türkçeleşmesi’ konusunda hem M. Kemal, hem de İsmet İnönü mutabıktır. (Ancak tek fark İnönü bu adımların yavaş ve kademe kademe atılması taraftarıydı) Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay’ın kitabında bunu net bir şekilde görebiliriz: “Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. İnönü ise, ‘önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir’ demişti. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu.”



6- DEMOKRATİK SİSTEMLER MEYDANA GETİRMEK


Ortadoğuya demokrasi getireceğiz söylemleri ile başımıza bela olan İslam düşmanları bu demokrasiyi Müslümanları çok sevdiği için getirmedi. Bunu da dine zarar vermek için getirdi.

İnsanın aklını (aslında nefsin hakimiyetindeki akılları) baz alan demokrasi, her yönden insanlığa büyük zararlar vermiştir. İnsanın hâkimiyetinde, en büyük kayba insanlık uğramıştır. İnsanın hâkimiyetiyle nefisler ilah haline getirilmiştir. Kur’anı Kerim “nefsini ilah edineni gördün mü” buyurmaktadır. Nefsi ilahlaştıran demokrasi, kapitalizm gibi kan emici bir canavarı da türetmiştir. Faizi, adaletsizliği, toplumu değil bireyi zengin eden ferdiyetçi ahlakı, haramı- helali hiçe sayan ve insanı hayvanlaştıran özgürlük anlayışı ile kapitalizm… 

Kendi öz ismiyle insanların dimağında yer tutamayan demokrasi, yaldızlı kelimelerle beraber anılarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Özgürlük demokrasinin en önemli maskesi olmuştur. Amerika Irak’a yakmak, yıkmak, fitne tohumları atmak için girer ama demokrasi ve özgürlük getirmek için girdiğini söyler. Demokrasi hem kendisi yalandır, çünkü ‘demokraside demokrasi yoktur; hem de birçok yalana kılıf olmuş bir sistemdir. Bu kılıfı kaldırdığımızda altından, İslam düşmanlığı, emperyalizm gibi envai çeşit hakikat ortaya çıkacaktır. Bu hakikatleri görmek için Ortadoğu’da, demokrasi ve özgürlük adına yapılan müdahalelerin neticesine ve gerçekte bu memleketlere ne getirdiğine bakmak yeterli olacaktır. 




7- HEDEFTEN SAPTIRMA (MÜSLÜMANLARIN SEKÜLERLEŞME ÇABASI)


Modernite, kentleşme, Ticarî Kapitalizm ve siyasî yönelmeler Müslümanlarda bazı savrulmalara sebebiyet vermiş bulunuyor. Şunu üzülerek belirtmek durumundayız ki duruşunu ve istikametini kaybetmiş olan kimliksiz-ya da kimlik Müslümanları-nın sayısı gittikçe artmaktadır. Efendimizin ahir zaman ümmeti için en çok korktuğu ‘dünya sevgisi ve bunun neticesi olan ölüm korkusu’ Müslümanlara sirayet etmiş bulunmaktadır. Takva bir hayatın yerini lüks hayat; İslamî mücadelenin yerini ise insanî mücadele almış bulunmaktadır.
Şatafatlı saraylar, altın işlemeli çatal-kaşıklar, lüks makam arabaları, rezidans Müslümanlığı vs. ile normalleşmiş, mütevazi hayatı tercih edenler basit görülür olmuştur. Müslümanlar da artık seküler bir hayatı yaşamaya başlamış; inandığı dini gereği gibi yaşamamanın sonucunda yaşadığı şeye inanmış ve laikleşmiş bulunmaktadır. Dini, devlet idaresine karışmayan bir olgu olarak gören laiklik Müslümanlarca, önceleri reddedilse de zamanla içselleştirilmiş, Müslümanlar beşeri düzenlere biat eder hatta daha da acısı savunur hale gelmiştir. İdeolojileri reddeden, Peygambere özenen ve Rabbanî metodu takip eden cemaatler bizzat mevcut statükoyla uzlaşarak seküler hale gelen Müslümanlarca kınanmakta; daha da kötüsü durdurulmaya çalışılmaktadır.
İktidardan hisselenen Müslümanlar dünyevileşe dursun, İslam’ın ve Müslümanların hali gittikçe kötüleşmektedir. Bütün mücadelesi köşeleri kapmak olan koltuk sevdalıları haramları görmezlikten gelirken; dînî ve ahlakî değerler tamamen ihmal edilmekte, hayasızlık, fuhşiyyat, madde bağımlılığı, intihar, cinayet ve yolsuzluk normalleşmekte; insanlar için bağlayıcı olan dînî ve manevî değerler ise anormalleştirilmektedir.


8- NESİLLERE ÖZGÜR OLMA İSTEĞİ AŞILAMA VE ÖZGÜRLÜK NARALARI


Bir Müslüman olarak, tüm ideolojiler gibi Liberalizmin de İslam’ın dışında gelişmiş gayr-i İslamî bir fikir akımı olduğunu, kökeninin Batı’ya dayandığını unutmamak gerekir. Liberalizmin fikri alt yapısını oluşturan bireye sınırsız özgürlük düşüncesi, bireye verdiği hakkı Allah’a vermemiştir. Hatta özgürlüğü kısıtladığı zannıyla meseleyi “dini ret” noktasına getirmiştir. Oysa İslam, hükmeden ve sınırlar çizerek insanı gönderdiği vahiyle sorumlu kılan Allah’ın dinidir. Bu dine göre de insan başı boş bir varlık değildir ve istediği gibi hareket edemez. Kazanırken de harcarken de sosyal hayat içerisinde de uyması gereken kurallar vardır.
“İnsan kendisinin başıboş bırakıldığını mı sanıyor?”



9- BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE ŞUAN Kİ HALİMİZ


 Bilindiği üzere Büyük Ortadoğu Projesi, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek başlatılmış, Afganistan ve Irak’ın işgali ile milyonlarca masum Müslüman şehit edilmiştir. Bu zulüm ve kargaşa dönemi hâlâ sürmekte ve her gün yüzlerce Müslüman’ın şehid olmasına sebep olan olaylar devam etmektedir. Bu lanetli projenin ilk basamağının, işgal ve öldürme ile hem Ortadoğu halklarının yani Müslümanların gözünü korkutmak hem de özellikle Afganistan ve Irak’a kendilerince yeniden çeki-düzen vermek ve istedikleri sistemi ve idarecileri bu ülkelerde işbaşına getirmek olduğu açıktır. Yaklaşık 3 yıldır ise projenin ikinci basamağına geçilmiş ve Ortadoğu halkları sokağa dökülmüştür. Libya, Tunus, Mısır ve Suriye’de halklar ‘özgürlük’ diyerek eylemlere başlamış, Libya ve Suriye’de silaha sarılmıştır. Olaylar dikkatle gözlemlendiğinde bu olayların tabii bir şekilde gelişmediği, bir yerden düğmeye basıldığı, bu olayların Büyük Ortadoğu Projesinin devamı ve yeni bir safhası olduğu anlaşılacaktır.




10- DİKTATÖRLÜK SİSTEMİ VE ARAP BAHARI


 Ortadoğuda gelişebilme potansiyeline sahip İslamî hareketlerin durdurulabilmesi ancak diktatörlük ve krallıklarla mümkün olabilirdi.  O yüzden helvadan put yapan, ona ibadet eden, onu öven sonra da acıktığında onu yiyen Mekke’nin müşrikleri gibi batılı emperyalistler de din haline getirdikleri demokrasiyi işlerine gelmediğinde terk ediverir ve diktatörleri desteklemeye başlarlar. Aslında bir bakıma bunu yapmak ve bu çelişkiye düşmek zorundadırlar. Çünkü İslam, tabiatı gereği hükmetmek istemekte, hükmedilmeye razı olmamaktadır. Bunu bilen batılı veya batıcı güçler, İslam’ın değil kendilerinin hükmetmesi için diktatörleşmek ve diktatörleri desteklemek zorunda kalmaktadırlar
Diktatörler kendi ülkelerini geri bırakırlar. Çünkü kendini özgür hissetmeyen ve sürekli baskı altında olan halklar tembelleşir ve girişimci ruhlarını kaybederler. Tembelleşmiş bir toplumun geri kalması ise kaçınılmazdır. Ayrıca diktatörlüğün olduğu yerde insanlar sindirildiği ve gözleri korkutulduğu için kimse yapılan haksızlıkları, yetkililerin hırsızlıklarını ve zulmü konuşamaz. Dolayısıyla bir toplumu madden ve mânen çökerten bu sebepler her gün daha da çoğalır. Böylece hem devlet zayıflar hem millet şahsiyet kaybına uğrar. Batılı emperyalistlerin bu ülkeleri sömürebilmesi ve kimseden ses çıkmamasının sağlanması da o ülkenin diktatörlük ile idare edilmesi ile mümkün olur. O yüzden batılı güçler Ortadoğu’da diktatörlüğü ve diktatörleri tercih eder.


11- ILIMLI İSLAM



  Ilımlı İslam, batılı güçlerin yürüttüğü bir yozlaştırma politikasıdır.  “Hoşgörü’, ‘ılımlı’, ‘Light İslâm’ adını verdikleri bu modelde; emir ve yasağı olmayan, tatlıya, tuzluya karışmayan, haftada bir Cuma’ya giden, bayram namazlarını kılan, cenazesi camiden kalkan ve Müslüman mezarlığına gömülen Müslüman tipi esas alınmaktadır. Bu yolla, dinin dinamik değerleri, emir ve yasakları yok edilerek, ilahi olmayan, tamamen insan düşüncesine dayalı felsefi, ahlaki bir sistem geliştirmek istiyorlar.


Peygamberimiz döneminde de  kafirler; Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in yumuşamasını istiyorlardı. Rabbimiz onlara cevap verdi: “Onlar istediler ki sen yumuşaklık gösteresin. Onlar da sana yumuşaklık göstereceklerdi.”

Eğer islâm'ın siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel yönünün güçlenmesi ile yeniden tarih sahnesine çıkışı durdurulamazsa, batılıların İslâm dünyası üzerinden kurdukları hegemonyayı sürdürebilmeleri kesinlikle zorlaşabilirdi. Çünkü bu durum, dünya sisteminin çatırdamasına yol açabilirdi: zira bu durumda islâm dünyası,kendi geleceğini kendisi belirlemeye kalkışacak, kaynaklarını asla batılıların sömürmelerine izin vermeyecekti. 

İşte bu yüzden islâm dünyasındaki rejimler desteklenmekte ve islâm dünyasındaki halkların kendi geleceklerine kendilerinin karar vermelerini mümkün kılabilecek bütün yollar tıkanmaya çalışılmaktadır.  Bunun için iki yönteme başvuruluyor: birincisi, islâmî söylemler, terörle özdeşleştirilmeye ve hatta terörize edilerek teröre bulaştırılmaya zorlanıyor. Bu yöntem uzun vadede başarısızlıkla sonuçlanacaktır. 

Bunun için ikinci ve uzun vadede daha sinsi bir yönteme başvuruyorlar: islâm'ı protestanlaştırma veya sekülerleştirme projesi. Şöyle bir şey bu: İslam'ı tıpkı hıristiyanlığa yapıldığı gibi allah'la birey arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgemek; islâm'ın siyasi, sosyal, kültürel taleplerini iptal ederek hadım etmek ve etkisiz hale getirmek.  
 Ilımlı laiklik projesi ılımlı İslam projesinden sonra ve onun bir sonucudur. Yani önce Müslümanları ılımlı hale getirmekte sonra kendileri de ılımlı laik olmaktadırlar. Tıpkı Kur’an-ı Kerimin az önceki ayette buyurduğu gibi: “Şu halde inkâr edenlere itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı) arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” Yani önce senin yumuşamanı, onlara yağcılık yapmanı, ılımlı olmanı istemektedirler. Sen onların istediği gibi olursan onlar da size karşı ılımlı hale geleceklerdir. Onlara asla itaat etme ve ılımlı olmaya kalkışma.
Türkiyeli Müslümanların ve cemaatlerin bilinç düzeyi yükseldikçe, tevhidi anlayanlar çoğaldıkça, batı medeniyetini reddedip İslam medeniyetini isteyenler arttıkça Türkiye’de başlatılan ılımlı laiklik stratejisi terk edilecek ve geçmişte olduğu gibi katı laiklik ve diktatörlük tekrar başlatılacaktır. Hiç kimse 28 Şubat bitti, darbeciler yargılanıyor, Türkiye’de bir daha darbe olmaz zannetmesin. Ne onlar değişmiştir ne de İslam. İslam’da “kullara değil Allah’a itaat” anlayışı oldukça –ki bu değişmez- darbecilerde de halkı zorla değiştirme ve dayatma anlayışı var oldukça, batılılara gelince onlar da kendi ideolojilerine ihanet edip darbecilere destek verdikçe darbeler bitmez. Darbeciler, kendilerini darbe yaptıklarından daha güçlü hissettikleri müddetçe darbeler bitmez. Darbelerin bitmesi darbe yapılanların, darbecilerden daha güçlü olması ve bunun darbe yapacak olan güçler tarafından bilinmesi ile mümkündür.


12-İSLAMOFOBİ  (11 Eylül)



İslamofobi reel bir temeli olmaksızın islamdan/Müslümanlardan korkma hastalığıdır.  Bu kavaram batının sözde gerekçelerle ortaya attığı ve aslında çok büyük hedeflere ve projelere zemin hazırlayan sihirli bir kavramdır. 11 Eylül saldırıları öncelikle topyekûn İslam’a mal edilmiştir. Batı ile işbirliği yapmayan İslam Ülkeleri terör destekçisi gibi gösterilmiştir. Batı ülkelerinde yaşayan halklarda İslamofobia yani İslam korkusu oluşturulmuştur.

 İslamofobi kavramı ile negatif bir kavram üzerinde, bir korku empozesiyle, özellikle batı toplumunu, fobi toplumu haline getirip,bu toplumun kitlesel anlamda İslama yönelişini durdurmak hedeflenmeltedir.

Bu projeİstanbulun fethi ile başladıysa da daha çok 11 Eylülden sonra kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hedeflenen fayda ise Batıyı İslamdan uzaklaştırmaktır. İslamofobi gerekçesiyle Avrupalı Müslümanlara toplumsal baskılar başlatılmış ve bu bahane kılınmıştır.

İslamofobi ile planlanan bir noktada ; Ortadoğuya saldırmak için bir kılıf hazırlamaktır. Öncü Müslümanlara karşı bir fobi uyandırıp, sonra da korkulan Müslümanlara saldırarak saldırılarını halka küçük gösterecekler ve tepkileri azaltacaklardı.

İslamofobinin bir gayesi de Ilımlı İslam Projesine destek olmak idi. Böylelikle sütliman, hiçbir şeye karışmayan Müslüman modelini Batıya örnek gösterdiler. Müslümanlardan bir taife cihadı terör zannedip dini sadece camiilere has kıldı.

13-IŞİD

14-DİNLER ARASI DİYALOG

15-İSLAMİ HAREKETLERİ İNSANİLEŞTİRME ÇABALARI

16-SÜNNETİ İNKAR EDEN BİR NESİL

17-MEDYA


Evet, Batılılar, İslâm'ı doğrudan karşılarına almıyorlar,  almak da istemiyorlar. Çünkü bu, son derece tehlikelidir ve böylesi bir şeyi, iletişim teknolojisinin bu denli geliştiği bir çağda hiç kimse göze alamaz. 
 Direk peygamberimize hakaret etmezler ama onun ayı olan “bilinç altı kişi anlamaz hatta olur mu canım öle şey diyecek kadar da  uzak görür ama gerçekte öyle değildir !”
Onun ayı olan “şaban” ayını bir şaklaban tiplemesi “kamal sunal”e verirler. Dikkat edin adamın adı da çok ilginç kamal !  bu şaklabana verip insanlara “şaban” ismini koydurtmadılar  soğuttular ! Doğrudan değil dolaylı yollarla İslama  hakaret ettiler !  Bugün bile sakallı takkali başörtülü tiplemeler hep kötü gösteriliyor ..

Veya  dizileri gözlemleyin ! Mesela dizinin başında  başı kapalı olan “ yabancı damatta gaziantepli aile, sakarya fırat’ta osman’ın annesi ! , kız arkadaşı , “ gibi dizilerdeki rol alan başörtülüler…Başları kapalı iken dizi tuttukça ve  bilhassa  dizideki rolleri böyle entel dantel bir konuma  geldikçe  hepsi açılmaya başlıyorlar !!!..  Gözlemlerin göreceksiniz !... 

Burada söylenmek istenen şey açıkça şudur: "Müslümanlar, fanatik, kan emici, gözü dönmüş, orta çağın karanlıklarında yaşayan, insani özellikleri olmayan tuhaf yaratıklardır. Dolayısıyla islâm, bu tür tuhaf yaratıkların inandığı insanlıkdışı bir dindir". 
  
 İnsanlar, hele de batılı kamuoyu, bu görüntüleri bu şekilde anlıyor, algılıyor ve tüketiyor. Bu gösterge bilimsel gerilla savaşı insanların davranışlarını belirleyebiliyor ve bilinçaltlarını da uzunca bir süre etkileyebiliyor.


TARİH BOYUNCA BATILIN HAKKI ENGELLEME TAKTİKLERİ İSE;

 1- Yok sayma, 2- Alay etme, 3- Dolaylı ikaz, 4- Teklif ve Tehdit, 5- Baskı, İfrat veya Tefrit, 6- Şiddet, anarşi ve terör, 7- Ambargo, 8- İmha etmektir. Günümüzde BATIL hakkı engellemek için bunların hepsini uygulamaktadır.
1- İslamın yasaklanması veya sulandırılması, İslam dünyasının bölünüp parçalanması,
2- İslam’ca eğitimin, batıca eğitim ile değiştirilmesi,
3- Kur’ân ahlakının yerine batı ahlakının dayatılması,
4- Faizin dünya gerçeği sayılması, faizci kapitalist nizam dayatması,
5- Aile yapısının çökertilmesi, kadının evinden koparılıp ifsat edilmesi, kadının elinden annelik sıfatının alınması ve nesillerin sahipsiz bırakılması,
6- Müslüman fert ve topluma dünya sevgisinin ve ölüm korkusunun aşılanması,
7- Fısk ve fücurun yaygınlaşması, Kur’ân’ın, Sünnet’in yasak ve haram kıldığı bütün azgınlıkların ve rezilliklerin toplumda yaygın hale getrilmesi,
8- Rüşvetin, ihalelere fesat karıştırmanın, her türlü yolsuzluğun normalleştirilmesi,
9- Haram yemenin genelleşmesi, haramların helal, helallerin haram görülmesi,
10- Erkeklerin kadınlaşması, kadınların erkekleşmesi,
11- Kumarın, zinanın, içkinin, domuzun bir medeniyet değeri olarak görülmesi,
12- Televizyonların bir ifsat aracı olarak kullanılması ve iç savaşlar ile ülkemiz ve İslam coğrafyasının yok edilmeye çalışılması.



MÜSLÜMANLARIN İSLAM DÜŞMANLARININ BU OYUNLARINA KARŞI TAVRI

Müslümanlar, inananlar bu saldırılar karşısında ne yapmalıdırlar? Müslümanlar, hakta ittifak ederek BATILIN karşısında direnme kabiliyeti yüksek bir güç haline gelmek zorundadır. Bu bir emirdir ve Müslümanlık görevidir.

 “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” ENFAL 60

 Biz batıla karşı verilmesi gereken bir mücadele ile emrolunduk. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.” NİSA 76

Müslümanların bu düşmanlara ve planlarına karşı koyabilmesi için devlet olamıyorlarsa dahi cemaat olarak birleşmeleri gerekir. Bugün İslâm düşmanları bize karşı fert olarak mı mücadele etmektedirler ki biz de onlara karşı fert olarak mücadele edelim. Onlar devletler halinde değil midirler? Buna fert olarak karşı koymak mümkün müdür?

"Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”

Müslüman, bu dava yolunda ilerlerken önüne her engel çıktığında Allah’ın sonsuz kudretini ve Müslüman kullarına olan rahmetini ve yardımını hatırlar, eğilip bükülmeden yoluna devam eder. Çünkü arkasında Allah Azze ve Celle’nin olduğunun şuurundadır

.
Böyle kuvvetli bir makama dayanmasaydı Hz. İbrahim Nemrud’a, Hz. Musa Firavun’a ve Hz. Peygamber dünyaya meydan okuyabilir miydi? Hz. İbrahim Aleyhi’s-Selâm kâfirlere: “Siz Allah’tan bile korkmazken ben sizden ve taptıklarınızdan mı korkacağım?”1 diyebilir miydi? Allah’ın Rasulleri kendileri ile mücadele edenlere: “Yapın yapacağınızı, ben de yapacağım” diyebilirler miydi? Güçlü ve diktatör sistemlere karşı harekete geçip inkılaplar gerçekleştirebilirler miydi? Kâinatın sahibinin ve hükümdarının arkalarında olduğunu bilmeseler, kendilerini yalnız hissetseler böyle bir tevekkül ve cesaret gösterebilirler miydi?


İsrailoğulları deniz ile deniz gibi Firavun ordusu arasında kalıp “Eyvah yakalandık!” dediklerinde Hz. Musa: “Hayır! Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir”2 diyebilir miydi? Allah Azze ve Celle’den yardımın geleceğinden bu kadar emin olabilir miydi? Bu ifadeler, bu mücadele ve bu iman, kuvvetli bir padişaha dayanmanın sonucudur. Yani Allah’a dayanmak, iman edenler için bir muharriktir.



Rabbim düşmanlarını tanımayı, planlarının idrakine varacak basirette olmayı ve planlarına mukabil İslam Davası  için daha çok çalışmayı bizlere nasip eylesin.

Yorumlar