Tarih boyunca islam davası
uğruna mücadele edenlere karşılık, onu yok edip kendi saltanatlarını devam
etmek namına mücadele edenler hep varolmuştur. Aynı zamanda bu tarih, bu davaya
gönül verenler tarafından gerçekleştirilen şanlı direniş ve tavırlara da
şahittir. İbrahim’in karşısında duran Nemrut, Musanın
karşısında Firavun, Rasulullahın karşısında Ebu Cehiller daima var olmuşlardır.
Peygamberi yolu sürdürenlerin de karşılarına mutlaka böyleleri çıkacaktır.
Müslümanlar İslam
düşmanlarını tanımaz ve onların oyunlarını tanıma çabasına girmezse bu
oyunların bir parçası haline gelebilirler. Bu amaçla düşmanlarımızı, onların
taktiklerini, İslama saldırı yöntemlerini tanıtmak amacı ile budersi yapıyoruz.
Hak- Batıl
mücadelesi dünya hayatımızın gerçeğidir. Batıl; değerlendirmeye değer olmayan
şeylerdir ve bir hükmü yoktur. Küfür, hakkı inkâr batıla imandır. Batıla iman
edenlerin en önemli karakteri ise, her anda ve mekânda haktan yüz çevirmek ve hak
ile mücadele halinde olmaktır. “Biz
resulleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar
ise HAKKI, batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele
verirler. Onlar ayetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.” KEHF 56
Hakka
inananların temel görevi ise, batıl ile mücadele etmektir. İnananların bu
mücadelesi ile batıl yok olup gider. “Bilakis biz, hakkı batılın tepesine
bindiririz de o, batılın işini bitirir. Bir de bakarsınız ki, batıl yok olup
gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız sıfatlardan dolayı yazıklar olsun size!” ENBİYE
18
Hakkın
bulunduğu yerde batılın varlık ortaya koyması mümkün değildir. “De ki: Hak
geldi; artık batıl ne bir şeyi ortaya çıkarabilir ne de geri getirebilir.” SEBE
49
“Ve batıl eninde
sonunda yok olup gidecektir. “ CASİYE 27
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.
Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana
uğrayacaklardır.”
TARİH SAHNESİNDE İSLAM DÜŞMANLARININ İSLAMA VERMEYE ÇALIŞTIĞI
ZARARLAR
1-İŞKENCE
İslam
düşmanlarının dine ve Müslümanlara zarar
vermek için uyguladıkları ilk yöntem işkence olmuştur.
·
Safvân b. Ümeyye'nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından
her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi.
·
Demirci olan Habbâb, kor
hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar,
göğsüne bastırılarak kıvrandırılmıştı.
·
Ammâr'ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp,
develer ters yönlere sürülerek parcalanmış, kocasının bu şekilde vahşice
öldürülmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil'in
attığı bir ok darbesiyle öldürülmüştü.
·
Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl'i hergün çırılçıplak kızgın
kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında
saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (s.a.v.)'e küfretmesi, Müslümanlığı terk
etmesi için ezâ ederdi. Birgün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna
bir ip geçirmiş, sokak çocuklarının eline vererek çıplak vücûdunu kızgın kumlar
üzerinde Mekke sokaklarında sürütmüştü. Sırtı yüzülüp kanlar içinde kalan
Bilâl, bu durumda yarı baygın halde bile "Ehad, Ehad" (Allah bir,
Allah bir) diyordu.
2-SAVAŞ
İslam
düşmanlarının dine ve Müslümanlara zarar
vermek için uyguladıkları yöntemlerden biri de savaş olmuştur. Yıllarca bir çok
ülkede bu taktiği uyguladılarsa da yine de bu savaşlar insanların dinden
dönmesine bir sebep olamamış ve kafir yine hezimete uğramıştır.
Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyamet kopmaz...
(Müslim, Tirmizi)
(Müslim, Tirmizi)
Filistin
Peygamberimiz
(sav)'in yukarıdaki hadisinde haber verdiği gibi 20. yüzyılın başlarından
itibaren Müslümanlarla Yahudiler arasındaki savaş ve çatışmalar sürmektedir.
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte
Osmanlı hakimiyetinden çıkan Filistin toprakları, bu dönemden sonra bir daha
barış ve huzura kavuşamadı. 1947 yılında İngiltere'nin Filistin'den çekilerek
ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler'e havale etmesinin ardından, ülkenin
Araplarla Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımını öngören BM planı
uygulamaya kondu. 19 yüzyıl aradan sonra dünya üzerinde ilk kez bir
"Yahudi devleti" kurulmuştu.
Hem Filistin'deki hem de komşu
ülkelerdeki Araplar bu durumu değiştirebilmek için harekete geçtiler ve 1948
yılı içinde iki taraf arasında kanlı bir savaş yaşandı. İsrailliler,
"Bağımsızlık Savaşı" adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve
Araplara verilen toprakların da bir kısmını işgal ederek BM'in kendilerine
verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler.
Haçlı
Seferleri
Haçlı Seferlerinde insanlıktan çıkmış olan küfür
ehlinin zulüm ve vahşetini de sergileyen pek çok misaller bulunmaktadır.
Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık
delillerindendir Haçlı Seferleri.
Bundan 919 yıl önce Hıristiyan Avrupa’nın Kudüs ve
çevresini Müslümanlardan almak için başlattığı askerî seferlere; “Haçlı
Seferleri” denir.
1096-1270 tarihleri arasında 174 yıl zarfında 8 Haçlı
Seferi düzenlenmiş ve düzenlenen bu seferler; milyonlarca insanın ölmesine,
sakat kalmasına ve namusunun kirletilmesine neden olduğu gibi nice beldelerin
de tarumar edilmesine sebep olmuştur.
Haçlı Seferleri’yle dünya tarihine “Salib ile Hilal’in
mücadelesi” girmiş ve bu mücadele değişik şekillerde halen devam etmektedir.
11. asırda Hıristiyan Avrupa; ekonomik, sosyal,
kültürel ve bilimsel alanlarda geri kalmış ve Doğu’ya (İslam dünyasına) muhtaç
bir hale gelmişti.Kara ticaret yolları, Akdeniz ve Kızıldeniz ise Müslümanların
elinde idi.En önemlisi ise Selçuklular Ön Asya’ya gelerek, Anadolu’da ilerlemekteydiler.
Aynı zamanda Avrupa, sefaletin getirdiği salgın
hastalıklarla da boğuşuyordu.
Bu şartlarda Bizans İmparatoru Alexios Komnenos kutsal
toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için tüm Hıristiyanları Haçlı
Seferi’ne çağırdı.
Türk Tarih Kurumu tarafından çevirisi yayınlanan üç
ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi’nin yazarı Steven Runcıman bu çağrının Avrupa’da
yansımasını şu cümlelerle anlatıyor: “Üç asır içinde, ateşli bir heyecana
kapılarak Haçlı Seferleri’ne çıkacağına and içmeyen hemen hemen hiçbir
hükümdar, hiçbir kudret sahibi yoktu.
Hıristiyanlık için Doğu’da dövüşmek üzere savaşçı
göndermeyen hiçbir ülke yoktu.
Kudüs her erkek ve kadının her an aklındaydı.” Nasıl
olmasındı ki, Hıristiyanlığın yeryüzünde en büyük temsilcisi olan Papa, Haçlı
Seferleri’ne çağrısında bakın neler söylüyordu: “Allah, İsa’ya tapanların
yardımına koşmaya ve topraklarımızdan uzaklarda, o menhus ırkı kökünden
kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun,
herkesi sık sık davet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri, benim
ağzımdan teşvik eylemektedir.”1
Kilisede türlü melanetler işleyen rahip ve
papazlar, zaten cahil oldukları için Hıristiyanlığa inanan şuursuz ve
anlayışsız halka; Müslümanları öldürdükleri takdirde günahlarından
arınacaklarını, Kutsal Ruh’u ve İsa’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer
asılsız safsataları telkin ederek; onları azdırmaya, kin ve nefretlerini
uyandırıp, Müslümanları topyekûn ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.
Geçtikleri yerleri tarumar eden başıbozuk Haçlılar,
Türkiye Selçukluları Hükümdarı l. Sultan Kılıçarslan tarafından mağlup
edildiler. (1096) Kudüs’ü istila eden vahşî Haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş
bin Müslümanı kılıçtan geçirmiş, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi,
Hazret-i Ömer Camii’ne sığınan on bin Müslümanı da boğazlayarak şehid
etmişlerdi.
Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde
yaşadıkları topraklar, Haçlı sürülerinin işgalinden sonra adeta bir mezbahaya
dönmüştü.
1. Haçlı Seferi’nde Müslümanların katledilmesine
öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrafındaki canilere Müslümanların etini
pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs
topraklarını Müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsa’nın ruhunu
hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir
üslûpla şöyle bildiriyordu: “Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik,
malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar
Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!” İlk Haçlı Seferi’ne iştirak etmiş bir
şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hatıralarında bizzat görgü şahidi olarak
aktardığı şu malûmat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir
katliamı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde
yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.”
Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük,
kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri
savunan Müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu
söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce
doğranmıştır. Trablus’taki katliamı ise, bir şövalye: “Adamlarımız onları
dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile
kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı.4
Bizans İmparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis
Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye tarif ettiği Haçlıların
sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri
rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyordu.
Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek;
“Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış
çocuklar; zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle
bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.5
Tarihte ve günümüzde yaşananlara baktıkça Batı
Medeniyeti’nin vahşî/iğrenç yüzüne karşılık, kendi Medeniyetimizi daha çok
özlüyor ve ona kavuşmak için daha çok çalışmak gerektiğini anlıyoruz.
3- BEŞERİ
İDEOLOJİLER
Savaşlar ile
dine istedikleri zararı veremeyen İslam düşmanları, dine ve Müslümanlara zarar vermek için uyguladıkları ilk
yöntemlerden biri de oralara beşeri sistemler yerleştirirek, o bölgeyi Kurani
sistemden uzaklaştırmak olmuştur.
İdeolojiler Allah’ı sosyal hayattan uzaklaştırarak, yerine
kendi prensip ve kurallarını koyma gayesindedirler. Hayatı idare etme düşüncesi
insanın başını döndürmüş ve böylece kontrolünü kaybeden insan, Rabbine karşı
bir hasım kesilmiştir. Kul ile Allah arasına sıkıştırılan dinin, hayatın
gerçekleriyle uyuşmadığı kanaati zihinlere yerleştirilerek din vicdanlara
hapsedilmiş; “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a” felsefesi hakim
olmuştur. Bunun neticesinde hayat doğal seyrinden çıkmış ve insan için
kaçınılmaz bir felaketin kapıları açılmıştır. Hayatın tüm alanlarında nefis,
şehvet, ihtiras ve şeytanî düşünceler hakim olurken birey ve toplum bir uçuruma
doğru sürüklenmektedir. İdeolojiler sebebiyle dünyada fitne ve fesat
yayılmakta, cahiliye modern bir kılıkta yeniden sahte ilahlarını piyasaya
sürmektedir. İşin ilginç yanı tüm bunlar akıl ve bilim adına yapılarak “insanı
Allah’a mecbur kılan şeyin cahillik ve acziyetten kaynaklandığı, bilgi ve
kuvvetin artmasıyla Allah’a lüzum kalmayacağının” dillendirilmesidir. Yalnız
Allah’a kulluk için yaratılan insan Batı Medeniyeti yüzünden dini sosyal
hayattan çıkarmak suretiyle Rabbinin yolundan ayrılmış ve böylece hayatın her
alanında büyük bir sapıklık başlamıştır.
İdeolojilerin
insanlığa -ufak tefek faydaların dışında- verdiği tahribat, atom bombasının
verdiği tahribattan çok daha kapsamlı ve çok daha şiddetlidir. Hayatın her
alanında bu tahribatların ya direkt kendisini ya da izlerini görebiliriz. Çünkü
ideolojiler insanın Allah’la, toplumla, diğer varlıklarla ve kainatla olan
normal ilişkisini bozmuş ve hayatı ilgilendiren her meselede işi yokuşa
sürmüştür.
Bundan
dolayı da kökeni Roma ve Yunan medeniyetine dayanan ideolojiler tarih boyunca
peşinden sürüklediği insanlara bir hayal vaat etmekten öteye geçememiş ve
insanlık sonunda acı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmıştır.
4-SÖMÜRGE VE MODERNİZM
Bir takım
Müslümanları beşeri ideolojilerin ağına almayı başaran İslam düşmanları, dine
ve Müslümanlara zarar vermek ve kendi
ekonomilerine de destek olmak için Müslümanlar üzerine sömürge kurmuş ve bir
takım Müslümanları seküler hale getirerek planlarını devam ettirmiştir.
Sanayi
devrimi ve onunla birlikte oluşturulan Yeni Dünya Düzeni’nde batı, doğuyu
ürettiği sanayi ürünleri için bir pazar olarak görmüş, tüketime alıştırmak için
onlara Medeniyet adı altında Modernizm’i empoze etmiştir. Bunu başarabilmek
için ise o toplumların dinlerini hedef almıştır. Çünkü din olgusu bir topluma
kendine özgü kişilik kazandırır. Bütün bir zihniyet olarak din, tarih, kültür,
düşünce, sanat ve edebiyat bir toplumun kişiliğini belirlediğinden bunların
hepsi yıkılmalıdır ki bu toplumlar sömürüye hazır hâle gelebilsinler.
Merhum
Ali Şeriati’nin işaret ettiği gibi: “Batı uygarlığı ürettiği sanayi
ürünlerini satabilmek için toplumun tüketim algısını değiştirmekle bunu
başarabileceklerini biliyorlardı… Artık Afrika, Afrikalı’nın bir yabanî
olduğuna inanmalı, dolayısıyla medenîleşmeye sürüklenmeli ve kaderinin
çizilmesi için kendini Avrupalının kollarına bırakmalıdır. Sonuçta, Avrupalı
olmayanlar modernleştikleri düşüncesiyle mutluyken, Avrupalı kapitalist ve
burjuva, artık ürününün tüketicisi yapabildiğinden kölelerine gülümsemektedir.”1 Bilimin “put,”teknolojinin ve modernizmin “din” olarak algılandığı çağdaş (!) Batı
Uygarlığı’nın, insanlığa hediye olarak sunduğu böyle bir dünya, çağımızın
İslam’a her zamankinden daha çok muhtaç olduğunun en açık göstergesidir.
5-İNKLAPLAR
Yakın tarihimizebaktığımızda
din ile savaşan İslam düşmanlarının sadece fiili baskılarının değil, bunun
yanında hayat standartlarının da yanında bir baskı uyguladıklarını görüyoruz.
Harf devriminin amacını, İsmet İnönü hatıratında şöyle
açıklıyor: “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın
yaygınlaşmasını sağlama değildir (….) Devrimin temel gayelerinden biri yeni
nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak
ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı
öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din
eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki
etkisi azalacaktı.”3
Yahudi kökenli İngiliz asıllı tarihçi Bernard Lewis de bu devrimle ilgili şöyle bir tespitte bulunmuştur: “Yazının Latinleştirilmesi fikri, farklı nedenlere dayanmakla beraber, Mustafa Kemal’in politikasına iyice uyuyordu. Onun görüşünde, Latin alfabesi, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir engel idi. Göründüğüne göre, yeni yazıyı öğrenip, eskisini unutmak suretiyle, geçmiş gömülüp unutulabilecek ve yalnız yeni Latin harfli Türkçe’de ifade edilen fikirlere açık yeni bir kuşak yetiştirilecekti.”
Yahudi kökenli İngiliz asıllı tarihçi Bernard Lewis de bu devrimle ilgili şöyle bir tespitte bulunmuştur: “Yazının Latinleştirilmesi fikri, farklı nedenlere dayanmakla beraber, Mustafa Kemal’in politikasına iyice uyuyordu. Onun görüşünde, Latin alfabesi, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir engel idi. Göründüğüne göre, yeni yazıyı öğrenip, eskisini unutmak suretiyle, geçmiş gömülüp unutulabilecek ve yalnız yeni Latin harfli Türkçe’de ifade edilen fikirlere açık yeni bir kuşak yetiştirilecekti.”
Harf devrimini ve sonuçlarını Peyami Safa şöyle
yorumlamıştır: “Arap alfabesi yani eski Türk harfleri yerine Latin harfleri
kabul edileli otuz bir yıl oldu… O zamanın yer yer ifade edilen endişeleri(nden
en büyüğü) de şuydu: Milli kütüphanelerimizdeki yüz binlerce eser ne olacak?
Yarınki nesiller kendi edebiyatlarını, tarihlerini, dil ve lügatlerini,
felsefe, din ve hukuk eserlerini okumak imkanından mahrum kalınca, onlara milli
kültür nasıl verilecek?…Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada
gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse bir tek eser okuyamadan çıkıp
gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde
yoktur… Bizdeki inkılâp yobazlığının eşine cihanda rastlanmaz… Bu ilimsiz,
çarpık, saçma inkılâp ve irtica anlayışına genç nesiller kurban olup gidiyor.”
Ayrıca mesele sadece Arap alfabesi meselesi değil
inanç ve ibadet meselesiydi. Şöyle ki: Ezanın ve namazın aslından çıkarılıp
‘Türkçeleşmesi’ konusunda hem M. Kemal, hem de İsmet İnönü mutabıktır. (Ancak
tek fark İnönü bu adımların yavaş ve kademe kademe atılması taraftarıydı)
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay’ın kitabında bunu net
bir şekilde görebiliriz: “Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı
Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın
Türkçeleşmesi idi. İnönü ise, ‘önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra
gelir’ demişti. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu.”
6- DEMOKRATİK SİSTEMLER MEYDANA GETİRMEK
Ortadoğuya demokrasi getireceğiz söylemleri ile başımıza bela olan
İslam düşmanları bu demokrasiyi Müslümanları çok sevdiği için getirmedi. Bunu
da dine zarar vermek için getirdi.
İnsanın aklını (aslında nefsin hakimiyetindeki
akılları) baz alan demokrasi, her yönden insanlığa büyük zararlar vermiştir.
İnsanın hâkimiyetinde, en büyük kayba insanlık uğramıştır. İnsanın
hâkimiyetiyle nefisler ilah haline getirilmiştir. Kur’anı Kerim “nefsini ilah
edineni gördün mü” buyurmaktadır. Nefsi ilahlaştıran demokrasi, kapitalizm gibi
kan emici bir canavarı da türetmiştir. Faizi, adaletsizliği, toplumu değil
bireyi zengin eden ferdiyetçi ahlakı, haramı- helali hiçe sayan ve insanı
hayvanlaştıran özgürlük anlayışı ile kapitalizm…
Kendi öz ismiyle insanların
dimağında yer tutamayan demokrasi, yaldızlı kelimelerle beraber anılarak ayakta
kalmaya çalışmıştır. Özgürlük demokrasinin en önemli maskesi olmuştur. Amerika
Irak’a yakmak, yıkmak, fitne tohumları atmak için girer ama demokrasi ve
özgürlük getirmek için girdiğini söyler. Demokrasi hem kendisi yalandır, çünkü
‘demokraside demokrasi yoktur; hem de birçok yalana kılıf olmuş bir sistemdir.
Bu kılıfı kaldırdığımızda altından, İslam düşmanlığı, emperyalizm gibi envai
çeşit hakikat ortaya çıkacaktır. Bu hakikatleri görmek için Ortadoğu’da,
demokrasi ve özgürlük adına yapılan müdahalelerin neticesine ve gerçekte bu
memleketlere ne getirdiğine bakmak yeterli olacaktır.
7- HEDEFTEN
SAPTIRMA (MÜSLÜMANLARIN SEKÜLERLEŞME ÇABASI)
Modernite, kentleşme, Ticarî Kapitalizm ve siyasî
yönelmeler Müslümanlarda bazı savrulmalara sebebiyet vermiş bulunuyor. Şunu
üzülerek belirtmek durumundayız ki duruşunu ve istikametini kaybetmiş olan
kimliksiz-ya da kimlik Müslümanları-nın sayısı gittikçe artmaktadır.
Efendimizin ahir zaman ümmeti için en çok korktuğu ‘dünya sevgisi ve bunun
neticesi olan ölüm korkusu’ Müslümanlara sirayet etmiş bulunmaktadır. Takva bir
hayatın yerini lüks hayat; İslamî mücadelenin yerini ise insanî mücadele almış
bulunmaktadır.
Şatafatlı saraylar, altın işlemeli çatal-kaşıklar, lüks makam arabaları, rezidans Müslümanlığı vs. ile normalleşmiş, mütevazi hayatı tercih edenler basit görülür olmuştur. Müslümanlar da artık seküler bir hayatı yaşamaya başlamış; inandığı dini gereği gibi yaşamamanın sonucunda yaşadığı şeye inanmış ve laikleşmiş bulunmaktadır. Dini, devlet idaresine karışmayan bir olgu olarak gören laiklik Müslümanlarca, önceleri reddedilse de zamanla içselleştirilmiş, Müslümanlar beşeri düzenlere biat eder hatta daha da acısı savunur hale gelmiştir. İdeolojileri reddeden, Peygambere özenen ve Rabbanî metodu takip eden cemaatler bizzat mevcut statükoyla uzlaşarak seküler hale gelen Müslümanlarca kınanmakta; daha da kötüsü durdurulmaya çalışılmaktadır.
Şatafatlı saraylar, altın işlemeli çatal-kaşıklar, lüks makam arabaları, rezidans Müslümanlığı vs. ile normalleşmiş, mütevazi hayatı tercih edenler basit görülür olmuştur. Müslümanlar da artık seküler bir hayatı yaşamaya başlamış; inandığı dini gereği gibi yaşamamanın sonucunda yaşadığı şeye inanmış ve laikleşmiş bulunmaktadır. Dini, devlet idaresine karışmayan bir olgu olarak gören laiklik Müslümanlarca, önceleri reddedilse de zamanla içselleştirilmiş, Müslümanlar beşeri düzenlere biat eder hatta daha da acısı savunur hale gelmiştir. İdeolojileri reddeden, Peygambere özenen ve Rabbanî metodu takip eden cemaatler bizzat mevcut statükoyla uzlaşarak seküler hale gelen Müslümanlarca kınanmakta; daha da kötüsü durdurulmaya çalışılmaktadır.
İktidardan hisselenen Müslümanlar dünyevileşe dursun,
İslam’ın ve Müslümanların hali gittikçe kötüleşmektedir. Bütün mücadelesi
köşeleri kapmak olan koltuk sevdalıları haramları görmezlikten gelirken; dînî
ve ahlakî değerler tamamen ihmal edilmekte, hayasızlık, fuhşiyyat, madde
bağımlılığı, intihar, cinayet ve yolsuzluk normalleşmekte; insanlar için
bağlayıcı olan dînî ve manevî değerler ise anormalleştirilmektedir.
8- NESİLLERE ÖZGÜR OLMA İSTEĞİ AŞILAMA VE ÖZGÜRLÜK NARALARI
Bir Müslüman olarak, tüm ideolojiler gibi Liberalizmin
de İslam’ın dışında gelişmiş gayr-i İslamî bir fikir akımı olduğunu, kökeninin
Batı’ya dayandığını unutmamak gerekir. Liberalizmin fikri alt yapısını
oluşturan bireye sınırsız özgürlük düşüncesi, bireye verdiği hakkı Allah’a
vermemiştir. Hatta özgürlüğü kısıtladığı zannıyla meseleyi “dini ret” noktasına
getirmiştir. Oysa İslam, hükmeden ve sınırlar çizerek insanı gönderdiği vahiyle
sorumlu kılan Allah’ın dinidir. Bu dine göre de insan başı boş bir varlık
değildir ve istediği gibi hareket edemez. Kazanırken de harcarken de sosyal
hayat içerisinde de uyması gereken kurallar vardır.
“İnsan kendisinin başıboş bırakıldığını mı sanıyor?”
“İnsan kendisinin başıboş bırakıldığını mı sanıyor?”
9- BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE ŞUAN
Kİ HALİMİZ
Bilindiği üzere Büyük Ortadoğu Projesi, 11 Eylül saldırısı bahane
edilerek başlatılmış, Afganistan ve Irak’ın işgali ile milyonlarca masum
Müslüman şehit edilmiştir. Bu zulüm ve kargaşa dönemi hâlâ sürmekte ve her gün
yüzlerce Müslüman’ın şehid olmasına sebep olan olaylar devam etmektedir. Bu
lanetli projenin ilk basamağının, işgal ve öldürme ile hem Ortadoğu halklarının
yani Müslümanların gözünü korkutmak hem de özellikle Afganistan ve Irak’a
kendilerince yeniden çeki-düzen vermek ve istedikleri sistemi ve idarecileri bu
ülkelerde işbaşına getirmek olduğu açıktır. Yaklaşık 3 yıldır ise projenin
ikinci basamağına geçilmiş ve Ortadoğu halkları sokağa dökülmüştür. Libya,
Tunus, Mısır ve Suriye’de halklar ‘özgürlük’ diyerek eylemlere başlamış, Libya
ve Suriye’de silaha sarılmıştır. Olaylar dikkatle gözlemlendiğinde bu olayların
tabii bir şekilde gelişmediği, bir yerden düğmeye basıldığı, bu olayların Büyük
Ortadoğu Projesinin devamı ve yeni bir safhası olduğu anlaşılacaktır.
10- DİKTATÖRLÜK
SİSTEMİ VE ARAP BAHARI
Ortadoğuda gelişebilme potansiyeline sahip
İslamî hareketlerin durdurulabilmesi ancak diktatörlük ve krallıklarla mümkün
olabilirdi. O yüzden helvadan put yapan,
ona ibadet eden, onu öven sonra da acıktığında onu yiyen Mekke’nin müşrikleri
gibi batılı emperyalistler de din haline getirdikleri demokrasiyi işlerine
gelmediğinde terk ediverir ve diktatörleri desteklemeye başlarlar. Aslında bir
bakıma bunu yapmak ve bu çelişkiye düşmek zorundadırlar. Çünkü İslam, tabiatı
gereği hükmetmek istemekte, hükmedilmeye razı olmamaktadır. Bunu bilen batılı
veya batıcı güçler, İslam’ın değil kendilerinin hükmetmesi için diktatörleşmek
ve diktatörleri desteklemek zorunda kalmaktadırlar
Diktatörler kendi ülkelerini
geri bırakırlar. Çünkü kendini özgür hissetmeyen ve sürekli baskı altında olan
halklar tembelleşir ve girişimci ruhlarını kaybederler. Tembelleşmiş bir
toplumun geri kalması ise kaçınılmazdır. Ayrıca diktatörlüğün olduğu yerde
insanlar sindirildiği ve gözleri korkutulduğu için kimse yapılan haksızlıkları,
yetkililerin hırsızlıklarını ve zulmü konuşamaz. Dolayısıyla bir toplumu madden
ve mânen çökerten bu sebepler her gün daha da çoğalır. Böylece hem devlet
zayıflar hem millet şahsiyet kaybına uğrar. Batılı emperyalistlerin bu ülkeleri
sömürebilmesi ve kimseden ses çıkmamasının sağlanması da o ülkenin diktatörlük
ile idare edilmesi ile mümkün olur. O yüzden batılı güçler Ortadoğu’da
diktatörlüğü ve diktatörleri tercih eder.
11- ILIMLI
İSLAM
Ilımlı İslam, batılı güçlerin yürüttüğü bir yozlaştırma politikasıdır. “Hoşgörü’, ‘ılımlı’, ‘Light İslâm’
adını verdikleri bu modelde; emir ve yasağı olmayan, tatlıya, tuzluya
karışmayan, haftada bir Cuma’ya giden, bayram namazlarını kılan, cenazesi
camiden kalkan ve Müslüman mezarlığına gömülen Müslüman tipi esas alınmaktadır.
Bu yolla, dinin dinamik değerleri, emir ve yasakları yok edilerek, ilahi
olmayan, tamamen insan düşüncesine dayalı felsefi, ahlaki bir sistem
geliştirmek istiyorlar.
Peygamberimiz döneminde de kafirler; Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve
Sellem’in yumuşamasını istiyorlardı. Rabbimiz onlara cevap verdi: “Onlar
istediler ki sen yumuşaklık gösteresin. Onlar da sana yumuşaklık
göstereceklerdi.”
Eğer islâm'ın siyasî,
sosyal, ekonomik, kültürel yönünün güçlenmesi ile yeniden tarih sahnesine
çıkışı durdurulamazsa, batılıların İslâm dünyası üzerinden kurdukları
hegemonyayı sürdürebilmeleri kesinlikle zorlaşabilirdi. Çünkü bu durum, dünya sisteminin
çatırdamasına yol açabilirdi: zira bu durumda islâm dünyası,kendi geleceğini kendisi
belirlemeye kalkışacak, kaynaklarını asla batılıların sömürmelerine izin
vermeyecekti.
İşte bu yüzden islâm dünyasındaki rejimler
desteklenmekte ve islâm dünyasındaki halkların kendi geleceklerine kendilerinin
karar vermelerini mümkün kılabilecek bütün yollar tıkanmaya
çalışılmaktadır. Bunun için iki yönteme başvuruluyor: birincisi,
islâmî söylemler, terörle özdeşleştirilmeye ve hatta terörize edilerek teröre
bulaştırılmaya zorlanıyor. Bu yöntem uzun vadede başarısızlıkla
sonuçlanacaktır.
Bunun için ikinci ve uzun
vadede daha sinsi bir yönteme başvuruyorlar: islâm'ı protestanlaştırma veya
sekülerleştirme projesi. Şöyle bir şey bu: İslam'ı tıpkı hıristiyanlığa
yapıldığı gibi allah'la birey arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine
indirgemek; islâm'ın siyasi, sosyal, kültürel taleplerini iptal ederek hadım
etmek ve etkisiz hale getirmek.
Ilımlı
laiklik projesi ılımlı İslam projesinden sonra ve onun bir sonucudur. Yani önce
Müslümanları ılımlı hale getirmekte sonra kendileri de ılımlı laik
olmaktadırlar. Tıpkı Kur’an-ı Kerimin az önceki ayette buyurduğu gibi: “Şu
halde inkâr edenlere itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranmanı (uzlaşmanı)
arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp uzlaşacaklardı.” Yani önce senin
yumuşamanı, onlara yağcılık yapmanı, ılımlı olmanı istemektedirler. Sen onların
istediği gibi olursan onlar da size karşı ılımlı hale geleceklerdir. Onlara
asla itaat etme ve ılımlı olmaya kalkışma.
Türkiyeli Müslümanların ve cemaatlerin bilinç düzeyi yükseldikçe, tevhidi
anlayanlar çoğaldıkça, batı medeniyetini reddedip İslam medeniyetini isteyenler
arttıkça Türkiye’de başlatılan ılımlı laiklik stratejisi terk edilecek ve
geçmişte olduğu gibi katı laiklik ve diktatörlük tekrar başlatılacaktır. Hiç
kimse 28 Şubat bitti, darbeciler yargılanıyor, Türkiye’de bir daha darbe olmaz
zannetmesin. Ne onlar değişmiştir ne de İslam. İslam’da “kullara değil Allah’a
itaat” anlayışı oldukça –ki bu değişmez- darbecilerde de halkı zorla değiştirme
ve dayatma anlayışı var oldukça, batılılara gelince onlar da kendi
ideolojilerine ihanet edip darbecilere destek verdikçe darbeler bitmez.
Darbeciler, kendilerini darbe yaptıklarından daha güçlü hissettikleri müddetçe
darbeler bitmez. Darbelerin bitmesi darbe yapılanların, darbecilerden daha
güçlü olması ve bunun darbe yapacak olan güçler tarafından bilinmesi ile
mümkündür.
12-İSLAMOFOBİ
(11 Eylül)
İslamofobi
reel bir temeli olmaksızın islamdan/Müslümanlardan korkma hastalığıdır. Bu kavaram batının sözde gerekçelerle ortaya
attığı ve aslında çok büyük hedeflere ve projelere zemin hazırlayan sihirli bir
kavramdır. 11 Eylül saldırıları öncelikle topyekûn İslam’a mal edilmiştir. Batı
ile işbirliği yapmayan İslam Ülkeleri terör destekçisi gibi gösterilmiştir.
Batı ülkelerinde yaşayan halklarda İslamofobia yani İslam korkusu
oluşturulmuştur.
İslamofobi kavramı ile negatif bir kavram
üzerinde, bir korku empozesiyle, özellikle batı toplumunu, fobi toplumu haline
getirip,bu toplumun kitlesel anlamda İslama yönelişini durdurmak
hedeflenmeltedir.
Bu
projeİstanbulun fethi ile başladıysa da daha çok 11 Eylülden sonra kavram
olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hedeflenen fayda ise Batıyı İslamdan
uzaklaştırmaktır. İslamofobi gerekçesiyle Avrupalı Müslümanlara toplumsal
baskılar başlatılmış ve bu bahane kılınmıştır.
İslamofobi
ile planlanan bir noktada ; Ortadoğuya saldırmak için bir kılıf hazırlamaktır.
Öncü Müslümanlara karşı bir fobi uyandırıp, sonra da korkulan Müslümanlara
saldırarak saldırılarını halka küçük gösterecekler ve tepkileri azaltacaklardı.
İslamofobinin
bir gayesi de Ilımlı İslam Projesine destek olmak idi. Böylelikle sütliman,
hiçbir şeye karışmayan Müslüman modelini Batıya örnek gösterdiler. Müslümanlardan
bir taife cihadı terör zannedip dini sadece camiilere has kıldı.
13-IŞİD
14-DİNLER
ARASI DİYALOG
15-İSLAMİ
HAREKETLERİ İNSANİLEŞTİRME ÇABALARI
16-SÜNNETİ
İNKAR EDEN BİR NESİL
17-MEDYA
Evet, Batılılar,
İslâm'ı doğrudan karşılarına almıyorlar, almak da istemiyorlar. Çünkü bu, son derece
tehlikelidir ve böylesi bir şeyi, iletişim teknolojisinin bu denli geliştiği
bir çağda hiç kimse göze alamaz.
Direk peygamberimize hakaret
etmezler ama onun ayı olan “bilinç altı kişi anlamaz hatta olur mu canım öle
şey diyecek kadar da uzak görür ama gerçekte öyle değildir !”
Onun ayı olan “şaban” ayını
bir şaklaban tiplemesi “kamal sunal”e verirler. Dikkat edin adamın adı da çok
ilginç kamal ! bu şaklabana verip insanlara “şaban” ismini
koydurtmadılar soğuttular ! Doğrudan değil dolaylı yollarla İslama
hakaret ettiler ! Bugün bile sakallı takkali başörtülü tiplemeler hep
kötü gösteriliyor ..
Veya dizileri
gözlemleyin ! Mesela dizinin başında başı kapalı olan “ yabancı damatta
gaziantepli aile, sakarya fırat’ta osman’ın annesi ! , kız arkadaşı , “ gibi dizilerdeki
rol alan başörtülüler…Başları kapalı iken dizi tuttukça ve bilhassa
dizideki rolleri böyle entel dantel bir konuma geldikçe hepsi
açılmaya başlıyorlar !!!.. Gözlemlerin göreceksiniz !...
Burada söylenmek istenen şey
açıkça şudur: "Müslümanlar, fanatik, kan emici, gözü dönmüş, orta çağın
karanlıklarında yaşayan, insani özellikleri olmayan tuhaf yaratıklardır. Dolayısıyla
islâm, bu tür tuhaf yaratıkların inandığı insanlıkdışı bir dindir".
İnsanlar, hele de
batılı kamuoyu, bu görüntüleri bu şekilde anlıyor, algılıyor ve tüketiyor. Bu
gösterge bilimsel gerilla savaşı insanların davranışlarını belirleyebiliyor ve
bilinçaltlarını da uzunca bir süre etkileyebiliyor.
TARİH
BOYUNCA BATILIN HAKKI ENGELLEME TAKTİKLERİ İSE;
1- Yok sayma, 2- Alay etme, 3- Dolaylı ikaz,
4- Teklif ve Tehdit, 5- Baskı, İfrat veya Tefrit, 6- Şiddet, anarşi ve terör,
7- Ambargo, 8- İmha etmektir. Günümüzde BATIL hakkı engellemek için bunların
hepsini uygulamaktadır.
1- İslamın yasaklanması veya
sulandırılması, İslam dünyasının bölünüp parçalanması,
2- İslam’ca eğitimin, batıca
eğitim ile değiştirilmesi,
3- Kur’ân ahlakının yerine
batı ahlakının dayatılması,
4- Faizin dünya gerçeği
sayılması, faizci kapitalist nizam dayatması,
5- Aile yapısının
çökertilmesi, kadının evinden koparılıp ifsat edilmesi, kadının elinden annelik
sıfatının alınması ve nesillerin sahipsiz bırakılması,
6- Müslüman fert ve topluma
dünya sevgisinin ve ölüm korkusunun aşılanması,
7- Fısk ve fücurun
yaygınlaşması, Kur’ân’ın, Sünnet’in yasak ve haram kıldığı bütün azgınlıkların
ve rezilliklerin toplumda yaygın hale getrilmesi,
8- Rüşvetin, ihalelere fesat
karıştırmanın, her türlü yolsuzluğun normalleştirilmesi,
9- Haram yemenin
genelleşmesi, haramların helal, helallerin haram görülmesi,
10- Erkeklerin kadınlaşması,
kadınların erkekleşmesi,
11- Kumarın, zinanın,
içkinin, domuzun bir medeniyet değeri olarak görülmesi,
12- Televizyonların bir ifsat
aracı olarak kullanılması ve iç savaşlar ile ülkemiz ve İslam coğrafyasının yok
edilmeye çalışılması.
MÜSLÜMANLARIN
İSLAM DÜŞMANLARININ BU OYUNLARINA KARŞI TAVRI
Müslümanlar,
inananlar bu saldırılar karşısında ne yapmalıdırlar? Müslümanlar, hakta ittifak
ederek BATILIN karşısında direnme kabiliyeti yüksek bir güç haline gelmek
zorundadır. Bu bir emirdir ve Müslümanlık görevidir.
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği
kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın
düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın
bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size
eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” ENFAL 60
Biz batıla karşı verilmesi gereken bir
mücadele ile emrolunduk. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar
ise tağut (batıl davalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın
dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.” NİSA
76
Müslümanların bu düşmanlara
ve planlarına karşı koyabilmesi için devlet olamıyorlarsa dahi cemaat olarak
birleşmeleri gerekir. Bugün İslâm düşmanları bize karşı fert olarak mı mücadele
etmektedirler ki biz de onlara karşı fert olarak mücadele edelim. Onlar
devletler halinde değil midirler? Buna fert olarak karşı koymak mümkün müdür?
"Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve doğru
(sadık)larla birlikte olun.”
“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine
kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”
Müslüman, bu dava yolunda
ilerlerken önüne her engel çıktığında Allah’ın sonsuz kudretini ve Müslüman
kullarına olan rahmetini ve yardımını hatırlar, eğilip bükülmeden yoluna devam
eder. Çünkü arkasında Allah Azze ve Celle’nin olduğunun şuurundadır
.
Böyle kuvvetli bir makama
dayanmasaydı Hz. İbrahim Nemrud’a, Hz. Musa Firavun’a ve Hz. Peygamber dünyaya
meydan okuyabilir miydi? Hz. İbrahim Aleyhi’s-Selâm kâfirlere: “Siz Allah’tan
bile korkmazken ben sizden ve taptıklarınızdan mı korkacağım?”1 diyebilir
miydi? Allah’ın Rasulleri kendileri ile mücadele edenlere: “Yapın yapacağınızı,
ben de yapacağım” diyebilirler miydi? Güçlü ve diktatör sistemlere karşı
harekete geçip inkılaplar gerçekleştirebilirler miydi? Kâinatın sahibinin ve
hükümdarının arkalarında olduğunu bilmeseler, kendilerini yalnız hissetseler
böyle bir tevekkül ve cesaret gösterebilirler miydi?
İsrailoğulları deniz ile
deniz gibi Firavun ordusu arasında kalıp “Eyvah yakalandık!” dediklerinde Hz.
Musa: “Hayır! Rabbim benimle beraberdir, bana yol gösterecektir”2 diyebilir
miydi? Allah Azze ve Celle’den yardımın geleceğinden bu kadar emin olabilir
miydi? Bu ifadeler, bu mücadele ve bu iman, kuvvetli bir padişaha dayanmanın
sonucudur. Yani Allah’a dayanmak, iman edenler için bir muharriktir.
Rabbim düşmanlarını tanımayı,
planlarının idrakine varacak basirette olmayı ve planlarına mukabil İslam
Davası için daha çok çalışmayı bizlere
nasip eylesin.
Yorumlar
Yorum Gönder