ALLAH’IN YARATMASI İLE İLGİLİ AYETLER
Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri
altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş'a kurulan, geceyi, kendisini durmadan
takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi
olarak yaratan Allah'tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O'na
mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı yücedir. (A'râf Suresi 54. Ayet)
De ki: "Ey mülkün sahibi olan
Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın.
Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir.
Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.
(Âl-i İmrân Suresi 26. Ayet)
O, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun
olarak yaratandır. Allah'ın "ol" deyip de her şeyin oluvereceği günü
hatırla. O'nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de mülk (hükümranlık)
onundur. Gaybı da, görülen âlemi de bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her
şeyden) hakkıyla haberdardır.
(En'âm Suresi 73. Ayet)
De ki: "Sizi gökten ve yerden kim
rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hakimdir?
Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?"
"Allah" diyecekler. De ki: "O halde Allah'a karşı gelmekten
sakınmayacak mısınız?"
(Yûnus Suresi 31. Ayet)
ALLAH’IN HÜKMETMESİ İLE İLGİLİ AYETLER
(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı
(Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri
ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.
(Nisa 105)
(Ey Muhammed!) Sana da o Kitab’ı (Kur’an’ı)
hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık
Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp ta
onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk.
Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde
sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın.
Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size
bildirecektir.
(Maide 48)
Aralarında, Allah’ın indirdiği ile
hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından
(Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz
çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir
musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan
çıkmışlardır. (Maide 49)
Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü
istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah’ınkinden
daha güzeldir?
(Maide 50)
Sonra (Ey Muhammed) seni din hususunda
apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine
uyma.
(Casiye Suresi18 )
Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi
bir şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben yalnız
O'na güvendim ve yalnız O'na yöneliyorum. (Şûra Suresi 10)
Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere
de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir
şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten
inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından da daha güzeldir.
(Nisa Suresi 59)
Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve
Peygambere gelin!" denince, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını
görürsün.
(Nisa 61)
Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe
hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o
işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âşi
olursa açık bir sapıklık etmiş olur.
(Ahzap Suresi36)
De ki: Şüphesiz ben Rabbimden gelen
apaçık bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini
istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı
anlatır ve O, doğru hüküm verenlerin en hayırlısıdır. (Enam 57)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”
(Mâide, 5/44)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse
işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”
(Mâide, 5/45)
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse
işte onlar fasıkların ta kendileridir.”
(Mâide, 5/47)
İMANIN İKİ BOYUTU : YARATMAK VE HÜKMETMEK
“Yaratmak da Hükmetmek de Yalnız Allah’a
Aittir.” A’raf 54
YARATMAK
Hakikatte insan fıtraten Allah’ı bilir.
Ruhlar âleminde Rabbimize verdiğimiz söz de bunun göstergesidir. Ayette ifade
edildiği üzere Allah Azze ve Celle, ruhlar âleminde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuş
bütün ruhlar da ‘Evet, Sen bizim Rabbimizsin’demişlerdir.
Fakat ne yazık ki Allah’ın huzurunda boyun eğerek hakkını itiraf eden bu
ruhlar, dünyaya gönderilince Allah’ı tanımamazlıktan gelmeye başladı. Sanki
Allah’ın huzurunda söz veren onlar değildi, sanki bilmiyorlar, tanımıyorlardı.
Verdiği sözü de, Rabbini de tamamıyla
unutan bu ruha, Allah Azze ve Celle peygamberleri ve kitapları
vasıtasıyla kendisini bir kez daha tanıttı, anlattı. Fakat
dünyaya gönderilmesiyle şeytan, nefis ve çevrenin baskısı altındaki insanın,
kendisine bildirilen şekliyle yaratan ve yöneten, hükmeden, kanunlar koyan, yol
gösterip yönlendiren bir ilaha inanmak işine gelmedi. Çünkü böyle bir ilaha
inandığı takdirde, nefsinin istediği şekilde davranamayacak, istediği gibi
yaşayamayacak, emirlere ve yasaklara uymak zorunda kalacaktı… İşte bu sebepten
insanoğlu Allah’ı bütün vasıflarıyla kabullenmektense, kendi istediği
vasıflarla bezediği bir Allah’a inanmayı tercih etti ve zamanla Allah’ın
vasıflarından; rahatını bozmayan, hayatına karışmayan kısımları aldı,
diğerlerini bıraktı. Böylece insan Allah’a, Allah’ın istediği şekliyle değil de
kendi istediği şekliyle inandı.
İşte tarihe dayanan mücadelenin sebebi
de burada yatmaktadır. Ve işte bu sebep ki ona dayanarak büyük bir dava ortaya
çıkmıştır. Dava şudur; Allah’ın kâinatı ve insanları yarattığı hakkında
şüphesi olmayan insanın, yönetici ve kanun koyucu olarak da Allah’ı kabul edip,
O’na teslim olup, boyun eğmesi gerekliliğidir. Zira insanlık,
tarihin hiçbir devrinde bir yaratıcının olmadığı, kâinatın kendi kendine var
olduğu’ fikrini benimsememiştir. Ateizm olmuştur ama hiçbir devirde insanların
çoğunluğu tarafından kabul gören bir fikir olmamıştır. Bu fikri benimseyenler
dikkate değer bir kitleye hiçbir zaman ulaşmamıştır. İnsanoğlu her zaman
yaratan ve kâinatı idare eden bir ilaha inanmıştır. Çünkü kâinatın insan
gücünün üstünde bir kudret tarafından idare edildiğini anlamak zor değildir.
Öyle ya her gün güneş doğuyor, batıyor, rüzgâr esiyor, yağmur yağıyor. Her şey
bir düzen ve ahenk içinde işliyor. Ve insan biliyor ki; yağmur yağmasa, âlimi,
cahili, profesörü, talebesi, bütün insanlar birleşse yağmuru yağdıramazlar.
Doğmayan güneşi doğuramaz, batmayan güneşi batıramazlar. Bunlara gücünün
yetmediğini gören insanoğlu için kâinatı idare eden bir ilahın varlığına
inanmak açık bir hakikattir. Evet, onların anlayışında tüm kâinatı ve insanları
yaratan Allah’tır ve tüm kâinat üzerinde yetkisi olan da O’dur. Bu yetkisi ile
kâinata hükmetmekte ve yönetmektedir. Bu sebeple Mekke’de Peygamberimizle
mücadele eden Mekkeliler dahi ‘Gökleri ve yeri yaratan kim?’ sorusuna,
‘Allah’tır’ demekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Ankebut
61
HÜKMETMEK
İnancın buraya kadar olan kısmında
insanlar yanılmadılar ve doğruya ulaştılar. Fakat bu kadarlık bir inanç
insanları doğruya ulaştıramadı. Çünkü Allah’ın istediği inanç şekli Tevhid
idi. Tevhid ise, her alanda Allah’ı birlemek demektir. İnsanları
yaratma hususunda ‘Allah birdir’ diyen insan, onların yönetimine gelince
başkalarının peşinden gidiyor ve Allah’ın yönetim hakkını insanların yetkisine
bırakıyor ya da nefsinin ve şeytanın peşinden gidiyorsa orada ikilik oluşmuş,
birlemek bozulmuş demektir. Tevhid der ki; kâinatı yaratan da
bir, kâinatı yöneten de bir, insanları yaratan da bir, insanları yöneten de
bir, yani hepsi aynı ve tek ilah. Eğer insan, ‘Kâinatı yaratan bir, yöneten de
bir, insanları yaratan bir fakat insanları yöneten Allah olmamalı, başkaları da
yönetebilir.’ derse, işte bu ikilik oluşturmak demektir ki, İslam literatüründe
böyle bir Allah inancına şirk, böyle inanan kişiye de müşrik yani ortak koşma
denir. Bu ortak koşmayı, gücünün yetmeyeceğini düşündüğünden kâinatı idare
konusunda yapamayan insanoğlu, insanların idaresinde yapmıştır. Çünkü buna
gücünün yetebileceğini düşünmüştür. Bu sebeple de tarih boyunca ve günümüzde
hep insanları yönetmeye kalkan, Allah’ı insanların idaresine karıştırmayan,
belirli fikirler ve düzenler adı altında insanlara kanunlar koyan insanlar,
devletler, milletler olmuştur.
Fakat bunu yapmakla insan, büyük bir
yanılgıya, çelişkiye ve dahi bedelini ödeyemeyeceği büyük bir hataya düşmüştür.
Öncelikle bunu yaparak, büyük, güçlü ve hâkim bir ilaha meydan okumuş, O’nun hakkını
elinden almaya, gasp etmeye kalkışmıştır. Öyle ki bu büyük ve güçlü ilah,
hâkimler hâkimi iken, bu insanların Allah’a inançlarında yakıştırdıkları makam,
(haşa) hizmetçilik makamı olmuştur. ‘Yani güneşi doğdurup onunla günümüzü
aydınlatsın ve bizi ısıtsın, dinleneceğimiz geceyi var etsin, ay ve
yıldızlarıyla ışıtsın, yağmurlar yağdırıp, topraktan bitirsin, onlarla bizi
beslesin, yeryüzünde rahat etmemiz için her şeyi versin ve idare etsin. Biz ise
O’nun yarattığı arzda O’nun verdiği nimetlerle rahatça yaşayalım. Fakat bu ilah
bizim hayatımıza karışmasın, bize nasıl bir hayat yaşamamız gerektiğini
öğretmesin, bize emir ve yasaklarıyla müdahale etmesin, bizi bıraksın, biz
canımızın istediği gibi yaşayalım.’ demektir.
Şüphe yok ki insanların idaresi ve onlara
kanun koymak insanın hakkı değildir. Hakkı olmayan bir yetkiyi sahiplenen
insanoğlu doğal olarak bu makamın hakkını verememiş ve tüm insanlık bu yüzden
büyük bir kaosa sürüklenmiştir. Bir insan olarak bile, sahibi olduğu herhangi
bir şeyde başkasına yetki tanımayan insanoğlu, bu düşüncesiyle haddini aşmış ve
Allah’a karşı bir haksızlık içerisine girmiştir. Çünkü “(İnsanlığa) Doğru yolu
göstermek Allah’a aittir.” Nahl 9 İnsan ise ilahlık sıfatlarıyla muttasıf
değildir ki kurtuluş yolunu göstersin ve bu yolda onu mutlu etmeyi başarsın.
Çünkü insanlığa doğru olan ve insanı mutlu edecek kanunlar koyabilmek için onu
yaratmış olmak gerekir ki, insan insanı yaratmamıştır. Allah insanı yarattığı
için onun nelerle mutlu olabileceğini en iyi bilendir. Hem koyduğu kanunların
insan açısından ileride doğurabileceği faydaları ve zararları bilebilmeli ki
bugün ona göre kanun koysun. İnsan ise gaybı bilmekten acizdir. Allah’tan başka
hiç kimse gaybı bilemez. Öyleyse bu cihetle de Allah, kanun koymada tek hak
sahibidir. Hem öyle biri kanun koymalı ki, insanlardan hiç biriyle eşit
olmamalı, koyduğu kanunlarla bir menfaat elde etmeyi beklememeli. Bu özellik de
insanda yoktur. Bütün insanlık insan olma yönüyle birbirine eşittir. Kimsenin
diğerine üstünlük ve hüküm koyma yetkisi yoktur. Eğer herhangi bir toplum
diğerine hükmetmeye çalışırsa muhakkak bir menfaat gözetecektir. Menfaatsiz,
sadece insanlığın mutluluğu için kanun koyacak olan yalnızca Allah’tır.
Hem insanda o merhamet de yoktur. İnsan
insana merhamet etmez, insan insana özellikle de güçlüler zayıflara
zulmedebilir. “Allah ise kullarına zulmedici değildir.” Enfâl 51
Sözün özü insan, insandır, Allah ise,
ilah ve onu yaratandır. Elbette hüküm insan olanın değil, onu yaratanındır. Ev
sahibi bile, evinde misafir olanların evde hükmetmeye kalkışmasına razı
olmazken, nasıl olur da insanoğlu bütün acizlik ve noksanlıklarına rağmen,
Allah’ın mülkünde misafir hükmündeyken O’nun hakkını gasp etmeye çalışır. İşte,
tarihte ve günümüzde cereyan eden bütün haksız savaşlar, ölen milyonlarca
insan, yaşanan tüm zulümler, sömürüler, terör, açlık ve sefaletlerin altında
yatan sebep, Allah’ın hükmetme yetkisini bir takım insanların haksız yere gasp
etmesi, yeryüzünün sahibi gibi davranmaya kalkışması ve geriye kalan (ki
çoğunluktur) bir takım insanların ise onlara boyun eğip itaat etmesidir. Eğer
insanlar değil de Allah hükmetmiş olsaydı, bu sorunların hiçbiri yaşanmayacak
ve yeryüzü şu ankinden çok daha farklı bir noktada bulunacaktı.
İşte bu dava, bu yönüyle bütün insanlık adına, bütün insanlığı kurtarmak için yapılan en kutsal davadır. Çünkü bu hakikat, yeryüzünün en önemli hakikatidir. Bunun için mücadele vermek, Tevhid’e inanmış bütün Müslümanlara farzdır. Bu dava için mücadele ise kıyamete kadar hiç bitmeyecek bir mücadeledir. Öyleyse mücadelemizin temelini bilelim: “Yaratmak da Hükmetmek de Yalnız Allah’a Aittir.” A’raf 54
İşte bu dava, bu yönüyle bütün insanlık adına, bütün insanlığı kurtarmak için yapılan en kutsal davadır. Çünkü bu hakikat, yeryüzünün en önemli hakikatidir. Bunun için mücadele vermek, Tevhid’e inanmış bütün Müslümanlara farzdır. Bu dava için mücadele ise kıyamete kadar hiç bitmeyecek bir mücadeledir. Öyleyse mücadelemizin temelini bilelim: “Yaratmak da Hükmetmek de Yalnız Allah’a Aittir.” A’raf 54
Ele alacağımız ayeti kerimede Rabbimiz
bize, sosyal meselelerin ve anlaşmazlığa düşülen konuların kalpleri bozan bir
sorun haline gelmeden İslamî ölçüler bağlamında çözülmesini öğrettiği gibi,
halledilme şeklini de öğretiyor.
Bu ayeti kerimeyi ele aldıkça bir kez
daha diyeceğiz ki; Kur’an bizim hayat rehberimizdir.
Ele alacağımız ayeti kerimenin nüzul
sebebi olarak ifade edilen olay kısaca şu şekildedir: Rasulullah Sallallahu
Aleyhi ve Sellem Halid b. Velid’in komutasında bir seriyye göndermiştir.
Bu seriyyede sahabilerden Ammar
Radıyallahu Anh da vardır. Ammar ile Halid b. Velid bir esir konusunda
anlaşmazlığa düşerler. Medine’ye döndüklerinde meseleyi Rasulullah’a arz
ederler. Bu mesele üzerine söz konusu ayet nazil olur.
1 Ayetin iniş sebebi olan meselede de
sahabilerin anlaşamadığını ve bu konuyu Allah’ın Rasulüne arz ettiklerini
görüyoruz.
Nisa 58. ayette ifade edilen; “Emaneti
ehline veriniz, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz” emri
ile, ayeti kerimenin kendisi ve bir sonraki ayeti kerime olan Nisa 60. ayette
geçen; “Tağutu tanımamak ile emrolunan kimseler, tağutun önünde muhakeme
olunmayı isterler” ifadeleri konunun genel çerçevesi itibari ile birbirini
tamamlayıcı niteliktedir.
İman edenler Allah’a ve Rasulü’ne itaat
ederler. Bununla beraber emir sahiplerine itaat, Allah ve Rasulü’ne itaat kaydı
ile emir buyrulmuştur.
Âlimler ayeti kerimede geçen ‘ulu’l emr’
olarak ifade edilen husus ile ilgili çeşitli görüşler beyan etmişlerdir. Biz
bunlardan İmam Kurtubi’nin tercih etmiş olduğu iki görüşü ele alacağız.
Kimi âlimler (İbn Abbas, Zeyd b. Eslem,
Suddi, Mukatil) ‘ulu’l emr’den maksat; amirlerdir, idarecilerdir demişlerdir.
Kimi âlimler ise (Cabir b. Abdullah, el-Hasen, Ebul Aliye, Ata, Nehai, Dehhak) ‘ulu’l
emr’den maksat; âlimlerdir demişlerdir.2 İmam Kurtubi; “Asıl itibari ile
‘emretmek’ idarecilerin işi olduğu için bu ayette onlar kast edilmiştir.
Meseleyi Allah’a ve Rasulü’ne götürmek ise âlimlerin işi olduğundan ikinci
görüş de doğrudur” demiştir.3 Böylece her iki görüşün de tercih edilen görüşler
olduğunu ifade etmiştir.
İman edenler anlaşmazlığa düştükleri
hususlarda; Allah’a, Rasulü’ne ve emir sahiplerine hem meseleyi arz eder hem de
itaat ederler. Bugün ise bunun kaybolmaya yüz tutan bir haslet olduğunu
görüyoruz. Hâlbuki Rabbimiz bize, tağutun önünde muhakeme edilmeyi arzu etmeyi
dahi yasak etmiştir. Bugün ‘ben Müslümanım’ diyenler bir meselede anlaşmazlığa
düşerlerse nasıl davranacak ve meseleyi çözüme nasıl kavuşturacaklar? Tabi bu
anlaşmazlık Allah ve Rasulü ile mü’min kul arasında olacak değil.
Bu anlaşmazlık iman ettiğini iddia eden
iki topluluk, mümin fertler, liderler ile onlara tâbi olanlar ya da liderlerin
kendi arasında olacaktır. Bu anlaşmazlık türünün hangisi cereyan ederse etsin,
meselenin halledilmesinin bizim için bir tek yolu vardır, olmalıdır.
O da; “Hükmü Allah’a ve Rasulü’ne
bırakmak, meseleyi Allah ve Rasulü’ne arz etmektir.” Ayeti kerime herhangi bir
kayıt koymadan “Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz…” buyuruyor. Anlaşmazlık
konusu olan mesele, büyük ya da küçük nasıl olursa olsun bu hususta
anlaşabilmek, bir üst makama başvurmakla mümkündür. O da (mesele Müslüman
bireyler arasında ise) adaletle hükmetmeyi kendine vazife bilen emir sahipleri
yani bizden olan idareciler ve âlimlerdir. Eğer mesele Müslüman topluluklar,
liderler arasında ise Allah’ın hükmü ile hükmeden, hükmü yalnızca Allah’a veren
tarafsız idareci ve âlimlerdir.
Nisa 58. ayeti kerimede: “Hiç şüphesiz
Allah size emaneti ehline teslim etmenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adalet ile hükmetmenizi emreder” buyruluyor. Bir sonraki ayette
değinilen;“Tağutu reddetmek ve onunla hükmolunmayı arzu etmemek” konularını
toplu şekilde ele alacak olursak, toplumun temelini teşkil eden “adaletle
hükmetmek” ancak ehliyetli kimselerin elinde olursa mümkün olabilir, toplumun
idarecilerine ve hüküm veren mercilerine güven duyulabilir.
Bu konuda Hz. Ömer Radıyallahu Anh’ın;
“Adalet mülkün temelidir” sözünün toplumsal huzur, barış için ne kadar elzem
olduğunu görüyoruz. İdarecilerde adalet kalmayınca toplumsal huzur bozulur,
güven sarsılır ve sorunlar içinden çıkılamaz bir hal alır. Memleket olarak biz,
işte tam da bu haldeyiz.
Onlarca yıldır çözülemeyen sorunlarımız,
kendisine güvenilmeyen adalet sistemimiz ve idarecilerimizden dolayı birçok
mesele kangren düzeyine ulaşmıştır. İşte biz Müslümanlar olarak bu durumda
herkese en ufak bir adaletsizlik yapmayacağına inandığımız Allah’ın adaletine
muhtacız ve O’na sığınıyoruz, sığınmak zorundayız.
Zaten Kur’an da bize bunu emrediyor.
Mevcut idarecilerin, eğitim sistemini dönüştürmeye karar verirken onlarca
ülkenin eğitim anlayış ve sistemini araştırdığını ama İslam’ın bu konudaki
görüşünün ne olduğunu merak dahi etmediklerini görüyoruz. Aynı şekilde ülkede
kangren olmuş bir sorunun, çözüm süreci ile halledilmesine çalışılırken, bu
meselede Allah ve Rasulü’nün hükmünün ne olduğunun merak edilmediğini
görüyoruz. Böyle bir şey doğru olabilir mi? Biz Müslümanız, Allah’ın hükmünü ve
hakemliğini istiyoruz.
Anlaşamadığımız meselelerde Kur’an’a
danışalım, Hz. Peygambere danışalım istiyoruz. Söz konusu olan ayeti kerimeden
de anlaşılıyor ki; dinin usul ya da furuunda anlaşmazlığa düşersek meseleyi
Allah ve Rasulü’ne götürmeliyiz.
Bununla ilgili olarak Rabbimiz;
“İhtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsûstur”4
buyurmuştur. Ayrıca ayette ihtilaf ettiğimiz bir meselede, meseleyi Allah’a ve
Rasulü’ne götürmek ve verilen kararda içimizde hükme karşı bir burukluk
hissetmemek imanın yegâne düsturu olarak ifade ediliyor. Başka bir ayeti
kerimede şöyle buyruluyor: “Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında
çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin
karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle teslim
olmadıkça mümin olamazlar.”5 Ayetten de anlaşıldığı üzere hem hakem olarak
meseleyi Allah ve Rasulü’ne arz etmeliyiz hem de bunun sonucunda çıkacak olan
karardan dolayı kalbimizde bir burukluk hissetmeden hoşnut olmalıyız. Bir
meselenin halledilme aşamaları ile ilgili olarak nasıl bir yöntem takip
edilmesi gerektiği de bu ayetlerde ifade edilmektedir.
Hüküm vermek, adalet ile hükmetmek en
büyük emanet ve en asli bir sorumluluktur. Bu gibi meseleleri hem âdil hem
meselelerin vukufiyetini gerektirecek ilme sahip, hem de çözümü ortaya koyarken
kınayıcının kınamasından korkmayan, cesur alimlere götürmek gerekmektedir.
Bu gibi vasıflara sahip tarafsız
alimlerin Kur’an ve Sünnet’e başvurarak ortaya koydukları çözümler, elbette
sorunun çözümünde önemli bir aşama olacaktır. Sonuç olarak, biz Müslümanız,
anlaşmaya varamadığımız meselelerde bizi uzlaştıracak yegâne mercî Allah ve
Rasulü’nün hakemliğidir.
Toplumun geneline yayılmış olan
sorunlarımızı ancak bu şekilde çözebiliriz. Biz Allah’ın kullarıyız. Rabbimizin
hükmü varken başka bir merciye başvurmamalıyız. Allah’ın ve Rasulü’nün hükmü ne
ise razı olmalı ve hükmü onaylamalıyız.
Yorumlar
Yorum Gönder